Özgür Gündem, 8 Şubat 2006
Çağdaş Tiyatroda Geleneksel ve Güncel
Eksi 15’lerde seyreden hava o dereceye yaklaşınca, karlar erimeye başladı Ankara sokaklarında. Ahmed Arif’in sözleriyle, hala ‘Gecekondularda hava bulanık, puslu / Altındağ gökleri kümülüslü’.
Altındağ’dayız. Sivas Devlet Tiyatrosu’nun sahneleyeceği ‘Bir Mahalle ki…’ adlı oyunu izleyeceğiz. Oyunu yazan ve yöneten Münir Canar, bir Osmanlı mahallesine bugünün Türkiye’sini yerleştirmiş. Bunu yaparken de, geleneksel tiyatronun hemen bütün öğelerini kullanmış. Bu yönüyle oyun, çağdaş tiyatroda gelenekselin kullanımına yönelik bir tartışmaya kapı açıyor.
Bir tahtırevanla salona giren ‘devlet büyüğü’nün çocuklara plastik toplar dağıtarak sahneye ilerlemesiyle başlıyor oyun. Sahnedeki iki boyutlu ev, bahçe, çeşme dekorları (tasarım Güven Öktem’e ait) Karagöz oyunundaki dekor suretlerinin sulak yerde yetişmişi. Ne kadar da iri olsalar, geldikleri kökü görebiliyorsunuz. Sevgi Türkay’ın tasarladığı kostümler ise renk, kültür ve tarih çeşitliliğiyle göz dolduruyor. Canlı müziğin gürbüz sesi şarkı sözlerinin anlaşılmasını zorlaştırıyor ama. Bunda oyuncuların diksiyon, artikülasyon sorunlarının da payı yok değil (işte her oyuna yazabileceğimiz bir eleştiri!).
Oyunumuzun iki ana kahramanı, mahallenin muhtarı rolündeki Pişekâr ile mahalle sakinlerinden Kavuklu. Ağzı çok ama boş laf yapan Pişekâr ve sağduyulu halk insanı Kavuklu, gölge oyunundaki Karagöz ve Hacivat’ın Ortaoyunu’ndaki karşılıkları. Hem Karagöz’de hem Ortaoyunu’nda, bu iki ana kahramanın yanı sıra çeşitli ulusları, azınlıkları, toplumsal kesimleri simgeleyen tipler sahnede geçit töreni yaparlar. Dünyanın bütün halk tiyatroları gibi göstermeci yöntemi kullanan bu türler, epizodik ve gevşek bir yapıya sahiptir. Bir yandan akan bir öykü vardır; fakat pek çok ara oyun, şarkılar, danslar bu öyküyü serbestçe kesintiye uğratır. Münir Canar, gerek yazımda gerek sahnelemede gelenekselin tüm bu yönlerini kullanmış.
Oyunun ilk perdesinde, muhtar Pişekâr, mahallenin evlerini, bahçelerini, çeşmesini haraç mezat yabancılara satar. Kavuklu da paranın cazibesine kapılıp evinin yarısını satarsa da sonradan uyanır ve işbirlikçi Pişekâr ‘la yabancıların bu çabalarını baltalamaya başlar. Havai aydın tipinin temsilcisi Çelebi ile Kayserili bakkalı da yanına çekmeye çalışır; fakat ilkinin kafası gazellerde, ikincisininki ise kazanacağı paradadır. Canar’ın yanlış anlamalara dayanan Muhavere (ya da Ortaoyunu’ndaki adıyla Tekerleme) yapısını sürekli gazel okuyan Çelebi ile derdini anlatmaya çalışan Kavuklu arasındaki sohbeti başarıyla uyarlaması bir yazarlık becerisine işaret ediyor.
Velhasıl, bu perdede geçit töreni yapan Rum, Arnavut, Arap, Acem, Yahudi tipleri, Pişekâr’ın da çanak tutmasıyla mahallenin bütün zenginliklerini satın alırlar. Yahudi’nin mahallenin su kaynağı olan çeşmeyi satın alması ile İsrail’in Anadolu’nun su kaynaklarına olan ilgisi bir araya gelince, buranın bir mahalleden, sorunun da emlak satışından ibaret olmadığını anlarız. Ne var ki, ev satışından fazlaca bahsedilmesi, diğer metaforların zayıf kalması, oyunun içeriğinin daralması tehlikesini de getirmiş.
İkinci perdede, bütün kaynaklarını yitirmiş mahallenin başına gelenleri görürüz. Su, fahiş fiyatlara satılmaktadır. Kavuklu’nun eski bahçesinin sebzeleri de öyle. Evler yanarken, itfaiyeciler bir parça suyu ucuza kapatmak için çabalar dururlar. İstisnalar da vardır ama. ‘Ahtapotlar Birliği’ne (AB !..) üye olanlara her şey indirimlidir. Yardakçıları Pişekâr, onların mallarının bekçiliğini yapan Efe gibi tipler de indirimli alışveriş yapabilirler. (Buraya bir not düşmek gerek. Ege’de halkı soyan eşkıyalara ‘çalıkakıcı’; zenginden alıp yoksula verenlere ‘efe’ denir. Oyunda efelerin adi eşkıya olarak gösterilmesi tarihsel bir hata bizce.)
Suç yönetenlerde değil mi?
Oyun sonunda görürüz ki, Romanların yaşadığı Sulukule bile AB’ye alınmış (bakınız, Romanya-AB ilişkileri), fakat ‘sizi aramıza alacağız’ vaadiyle bütün kaynakları tüketilen, her türlü aşağılayıcı şarta ‘he’ dedirtilen mahallemiz açıkta kalmıştır.
Anlaşılacağı üzere Canar’ın oyunu sanatta (güncel) politikanın varlığına açık bir örnek oluşturuyor. Ancak, oyunun duruşu bu noktada sorunlu. Emperyalizm karşıtlığı ile yabancı düşmanlığı arasındaki ince çizgi sıkça siliniyor. Yerel renkler kullanılırken çeşitli kesimleri aşağılama noktasına düşülebiliyor. Örneğin defalarca tekrarlanan ‘Sulukule’yi bile aldılar’ sözündeki ton, Romanları aşağılayanların ses tonuna çok benziyor. Tüm suçun yanlış yöneticileri seçen halka yüklenmesi; yöneticilerin işbirlikçiliğinin ‘hıyanet’le değil ‘gaflet’le açıklanması; ara sıra ‘bu siyasilerin hepsi böyle’ babında cılız sesler çıksa da, Kasımpaşa, Melih Gökçek, dinsel gericilik göndermeleri ile muhalefetin AKP’ye muhalefetle sınırlanması, 28 Şubat operasyonunun aydın kesimler üzerindeki çarpı(tı)cı varlığının da göstergesi ne yazık ki.
Seyirciyle ilişki başarılı
Her şeye rağmen ‘Bir Mahalle ki…’ önemli şeyler başarmış. Bunlardan biri, curcunabazlardan meddaha, Karagöz ve Ortaoyunu’ndan ‘şık ile M‰şuk’ raksına halk sanatı öğelerinin çağdaş tiyatroda nasıl kullanılabileceğine dair getirdiği öneri. Bu öneri tartışmaya açık elbette. Azınlıkların aşağılanması sorununda olduğu gibi, gelenekselin pek çok öğesinin yeniden yorumlanması zorunluluğu kendini dayatıyor örneğin.
Oyunun asıl başarısı ise seyircisiyle kurduğu ilişkide. Oyunda aynı içerikteki epizotlar biraz fazlaca art arda gelse de (örneğin yabancılarla emlak pazarlığı, konuyu hiç ilerletmeden beş kez gösterildi) ilkokula yeni başlayan çocuklardan 70’lik ninelere uzanan seyirci yelpazesi, ilgisini de kahkahalarını da hiç esirgemedi.
Bizi birkaç kez gülümseten komediyi, perde arasında kaçma isteği duymadığımız oyunu başarılı saydığımız günümüzün çıtası düşmüş tiyatro ikliminde, böyle coşkuyla izlenen, teatral çabalarla örülü, güncel bir oyunun, kısa turneler dışında yalnızca Sivas’ta izlenebilecek olması ise bir kayıp.
Yıldırım, Barış. «‘Bir mahalle ki’ Tıpkı Bizim Türkiye .» Özgür Gündem, 8 Şubat 2006.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.